İÇİMİ SIZLATAN ADAM

Seyit Mehmet Toktaş

17 Aralık 1965 yılında Konya'nın Hatunsaray köyünde dünyaya gelmiş. Dedem ismini Seyit Mehmet koymuş ama Seyit kısmını pek kimse bilmez. Dedemin de adı Mehmet olduğundan, Mehmet oğlu Mehmet'tir. Aynı benim gibi:) 
Evin en küçüğü olmanın faydalarını görmüş müdür acaba. Belki de köy yerinde sobaya en yakın oturmak gibi bir avantaj elde edebilmiştir. Keza o yıllarda evin en küçüğü olmak insana ne gibi fayda sağlar ki.

Evin en küçüğü olan Mehmet henüz iki yaşlarındayken babasını kaybetmiş. Anlatan aile büyükleri elinde şekerle babasını beklediğini söylerler babamın. Yetim kalmak ne demektir ki. Kelime anlamıyla anne ya da babasını yitiren kişi demek. Bu tanımı düşünürken bile kalbimin titrediğini hissediyorum. Babaları vefat eden ailenin tüm mensupları belli bir süre sonra bir yerlere dağılmışlar. Babam belli bir süre babaannemle birlikte köyde devam etmiş yaşamına. Daha sonra o da ağabeyleri gibi kendini gurbette halasının yanında bulmuş. Köy yerinden çıkıp çocuk yaşında İzmir'e gitmek, hayata orada anne ve babasından yoksun meydan okumak kolay mıdır? Rahmetlik halasından ve eniştesinden hep minnetle bahseder. Sadece o değil hemen herkes saygı duyar, hatta konu açılınca biraz hüzün kaplar en komik anıları bile. Halası onları kendi çocuklarından ayırmamış, her türlü desteği vererek onlara kol kanat germiş.

Askerliğe kadarki süreçte köy ve İzmir arasında gidiş gelişli hayatı devam eder. Askerden geldiğinde evin kapısında durmuş, yanan ocağın kokusu gelmiş burnuna. Ne bilsin ki içine çektiği ekmeğin değil, ayrılığın kokusuymuş. Ekmeği yapan annesi diye hızlıca girmiş evin bahçesine, elini öpecek BEN GELDİM ANNE diyecek, sarılacak, ağlayacak sonra gülümseyecekler, oturacaklar birbirlerini dinleyecekler. Mümkün mü, bakmış halam var ocağın başında. Annesini aramış bir süre evin avlusunda, bahçesinde, odalarında. Annelerinin nereye gittiğini, artık gittiği yerden dönemeyeceğini anlatmak halama düşmüş tabi. Annesinin ölüm haberinden bahsediyorum...
  
Saz-ud ustasıdır babam, mesleğini İzmir'deki yıllarında öğrenmiş.Konya'ya geri geldiğinde de bu işe bir süre devam etmiş rahmetli Bahri Usta' nın yanında. Konya'ya ve çevre illere saz-ud imal ederlermiş. Ustalığı iyidir babamın, hatta rahmetli Ahmet Özdemir(Namı Diğer Kör Ahmet) udunu illa babamın yapmasını istermiş. Ama kazandığı para ev kurmasına yetecek, kız isteyip düğün yapacak kadar değil ki. E malum arkada baba da, anne de yok. Varlık yok, toprak yok.. Neyse ki hayat her zaman acımasız değildir. Yine bizim köylü olan annemin babası çok yardımcı olmuş babama. Annemi pek bir mehir istemeden, zorlaştırmayıp kolaylaştırarak babamla evlendirmiş. Babam, annemin hem babasını hem annesini ikisi de rahmetli oluncaya kadar başının üstünden indirmedi. Kendi annesi babası saydı, bize de böyle öğretti. Öyle ki ben yaşım belli bir yere gelinceye kadar hiç sormadım kendime babaannem olsaydı nasıl olurdu sorusunu, hiç eksikliklerini bilmedim. Her hafta sonu dayımlarla birlikte sığınırdık onların gölgesine. Her hafta biz dahil tüm çocukları o evin bahçesine gelir, kimi kışa hazırlık yapar kimi ev onarırdı, biz çocuklara da huzur bahçesinde koşturmak kalırdı. Babamın onlara ne kadar sevgi beslediğini cenazelerinde anlamıştım. Evin yan kısmındaki bahçede dayımlarla babamın sımsıkı birbirlerine sarılıp hüngür hüngür ağladıklarını görünce anladım babamın kalbinde kapladıkları yeri.

Annemle evlendiklerinde yıl 1988. Annem anlatmıştı bir kere. Düğünden sonraki gün uyanmış babam ve doğru çarşıya giderek yüzüğünü satmış, biraz peynir zeytin almış, biraz odun-kömür. babam en zor durumda bile kalsa elalem nedir kaygısını hep yaşar içinde. Küçükken babamla pazara gitmişiz, ben muz istemişim. Şimdiki gibi değil ki, muz o zaman koca para. Ama sorun para değilmiş ki o an. Biraz borcu varmış babamın, geçiştirmiş beni. Pek yapmam ama, o zaman tutturmuşum muz diye. Pazardan çıkmış babam, on-on beş dakika sonra elinde siyah bir poşetle gelmiş, muzu alarak siyah poşetin içerisinde götürmüşüz eve. Dedim ya elalem ne der?

1989 yılında ben doğmuşum, tabi o yıllarda hastaneler şimdiki gibi rahat girilip çıkılan yerler değil. Babamda sigorta yok. Hastane hizmetlerinin parası baya bir tutacak. Hemen ustasının yanına gitmiş, ustası da kırmamış babamı,sigortasını yapmış. Amaç sigortadan faydalanıp daha az parayla çıkartmak bizi hastaneden. Tabi bilmiyor ki o indirimden faydalanmak için altı ay sigorta geçmişinin olması gerektiğini. O sebeptendir ki, babamın sigorta başlangıcı ile benim doğum günüm aynı gün:) Oturduğumuz ev güneş görmezmiş, ama benim de güneşe ihtiyacım var. Evi taşımışlar, güneş gören eve çıkmışız. Her ne kadar yolun üstünde iki karış penceresi de olsa evimizin, amaç hasıl olmuş.
Ben o evde büyüyorum büyümesine de babamın kazancı yetmiyormuş eve. Ben vazgeçmemeyi babamdan öğrendim. Çalıştığı iş yerinde mesaisi bittikten sonra, evin odunluğunda saz yapmaya devam ediyormuş. Ha bir de kömür kamyonları var tabi. Bisikletin arkasına eski kıyafetlerini ve ayakkabılarını koyup kamyonların peşinden gidermiş babam. Kömürü alan adam ister de kömürü çektirir, üç beş kuruş para kazanırım diye. Öyle ki şimdi bile kömür taşıyan bir kamyon görsem aklıma babam gelir. O yıllarda babamın yaptığı üç tekerlekçilik, ayakkabıcılık, işportacılık gibi bir sürü işten bir tanesi sadece, tıpkı her babanın evi için ürettiği çözümler gibi.

Kardeşim Fatmanur dünyaya geldiğinde ben beş yaşındaydım. Annemle birlikte gittikleri hastaneden simsiyah saçları olan bir çocukla dönmüşlerdi. Bu sebepten olacak ki babam onu hala "Kara Kızım" diye sever. Bir de "Annem" der ona. Annesinin ismini vermiş kardeşime, içindeki anne özleminden olacak. Aynı durum bende de var tabi, ismimin kaynağının iki yaşında kaybettiği babası olduğu sizlerin de aklına gelmiştir. Fatma geldiğinde bir apartmanın üçüncü katında yaşıyorduk, artık güneş görememe gibi bir sorunumuz yoktu, ama bu kez de kapılarımız yoktu. Babam zaman zaman bize öğüt verirken, " Kapıyı kapattığımızda biz dört kişi kalırız, sahip çıkın birbirinize.." derdi. İyi de baba kapatacak kapı mı var:)

Biraz varlık, biraz darlık devam ettik yaşamaya. Babam ve annem bize belli etmezdi yokluğu. Bazen hissederdim ama küçük hilelerini. Mesela dondurma istediğim zamanlarda annem yoğurtun üzerine biraz pekmez döker getirirdi. Ben de ses etmezdim, ama bilirdim yediğimin dondurma olmadığını. Oyuncak araba diye karton kutuya ip bağlar arkamda gezdirirdim. Kutunun içine bahçede toprak, çakıl doldurur kamyon yapardım onu. Yer minderini ortasından katlar, ayağa diker ev yapardım. Duvar yastıklarını yatırır araba, dik koyar motor, duvara diklemesine yaslayıp kaydırak yapardım. Bu anlattıklarım aslında herkesin yaptığı şeyler ama benim de hatıralarımda yer alıyor işte.

2001 yılına geldiğimizde maddi anlamda çoğu sıkıntımız azalmış, babam Köy Hizmetlerinde çalışmaya başlamış, gece gündüz çalışmaya devam ederek biraz birikim yapmıştı. Ev almıştık; altı bini kendimizin, sekiz bini borçlanarak. Sağ olsun etrafımızdaki hemen herkes yardımcı olmuştu. Sonra malum kriz oldu. Bir gece vakti babamı balkonda sessizce oturup sokağı izlerken gördüm. Ne yaptığını sormadan bana döndü sokağa bakıp kaç araba olduğunu saymamı istedi. Borcumuzun o dönem iki katına çıktığını, bütün borcu bitirmemiz için sokaktaki tüm arabaları alabilecek paraya ihtiyacımız olduğunu söyledi. Geceleri çalışması da tekrar başlamış oldu. Babamın hafta sonu, akşamı,bayramı neredeyse yoktu. Bundan zannediyorum, benim babamla çocukluk anılarım bir elin parmağını geçmez.

2003 yılına geldiğimizde ise hemen her şey değişiyordu. Bir oğlan kardeşim olmuştu, Mustafa. O da annemin babasının ismiydi. Demiştim ya hani babamın sonradan baba gibi gördüğü dedem. Mustafa olduğunda babam devlet kadrosuna geçmiş, borçlar bitme noktasına gelmişti. Mustafa yukarıda anlattıklarımı okuyunca şaşırabilir, çünkü o hep kadrolu dönemi bilir:) Bembeyaz bir oğlan çocuğu düşünün, saçları sarıya yakın. Dünyaya geldiğinde ben on dört yaşındaydım, aradaki fark çok olduğundan olacak kardeşten çok evladım gibi gelir bana. Evin tek oğlu olma özelliğimi elimden alsa da çok severim onu. Daha iyi olsun, en güzel yerlere gelsin, elindekinin kıymetini bilsin isterim. Mümkün olduğunca az hata yapsın, üzülmesin, pişman olmasın istiyorum.

Yukarıda anlattığım kısacık hayat özeti, hep mücadele eden bir adamın hikayesi. Doğruluktan ayrılmamış, hep helal peşinde koşmuş bir adam. Ailesi için kendi rahatından vazgeçmiş bir adam.
Şimdilerde peşin olarak çalıştığı yılların tatilini yapmakla meşgul. Emekli oldu, annemle birlikte evimizde dinleniyor.

Etrafındaki herkes ona derin bir saygı duyar. Onu tanıyan herkesin hayatına dokunmuştur, zor zamanlarda kendi imkanı neye uygunsa o ölçüde insanların yanında olmaya çalışmıştır.  Benim hayatıma dokunanların da en başında gelir. Yaşadıklarının onu çok duygusal birisi haline getirdiği doğrudur. Duygusal birkaç cümle ile ağlamaya hazırdır. Dinlediği türkülerde de göz yaşlarını tutamaz. Hatta torunuyla çizgi film izlerken bile annesinden ayrılan bir çizgi karakteri görse göz yaşlarını saklamaya çalışır. Muhtemelen bu yazıyı okuyacak, yine muhtemel ki yazının ortasına geldiğinde ağlamış olacaktır.

Sizler de bu yazıyı okurken kendi babanızın hayat hikayesini gözlerinizin önünden geçirerek, bu da ne ki benim babam..... diye başlayan cümleler kurabilirsiniz. Biliyorum herkesin babası, herkesin içini sızlatır. Ama bu adam benim babam, benim İçimi Sızlatan Adam Bu Adam.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

YÖNETİMDE DÖRT TEMEL UNSUR